Ekonomi Notları – 85
Ömer Madra: Bugün gazetelerin tümündeki manşete çekilmiş olan haber, enflasyonun 28 yıl sonra tek haneli rakamlara inmiş olması, 76’dan bu yana. Hayatımızı nasıl değiştireceği gibi önemli bir konuyu sonra tartışmaya bırakarak, şimdi ilk izlenim olarak nedir bunun önemi?
Hasan Ersel: Herşeyden önce iki şey söyleyeyim; bir tanesi açıklamalara bakın, artık noktadan sonra iki haneli söyleniyor. Eskiden tek haneli (yüzde 6.5 gibi) diyorduk.
ÖM: 9.14 gibi.
Mustafa Arslantunalı: Hassaslık artmış.
HE: Evet. Bunu ileride neye dikkat edeceğimize işaret vermek için söylüyorum. Artık bir zamanlar yuvarladığımız sayılar bundan sonra yaşamımızda önemli olacak. “Enflasyon 2 puan arttı” değil, “0.2 puan arttı” önemli olacak. Bu bize garip geliyor, yıllarca önce Japonya’ya gitmiştim. Tek dertleri vardı o günlerde... Vergi oranlarını artırmışlardı. Bunun fiyat düzeyi üzerindeki etkisi binde bilmem kaç olacakmış... Ne yapacağız diye düşünüyorlardı. Artış oranını ben okumaya değer bile bulmuyordum, küsürat diye... Kültürümde yok öyle bir sayı yok ki... Yuvarlarsın olur... Şimdi biz de o duruma doğru yöneliyoruz... Bu bağlamda dikkat edilmesi gereken pek çok nokta var. Yüksek enflasyon döneminde bir mal ya da hizmetin fiyatı 2 puan fazla olsa ne olur, olmasa ne olur dediğimiz ortam vardı. Geçtiğimiz ortamda ise 2 puan dramatik bir fark...
Verimlilik artışına önem vermek, yaşamımızı kontrol etmek, faiz hesapları ödemek gibi çok farklı konularda yaşamımızı düzenlememiz gerekecek... Bu konuları daha etraflı bir biçimde ileride ele alalım...
ÖM: Evet bunları etraflı bir şekilde ele almamız, hayatımızı nasıl yeni bir kültürel bakışla düzenlememiz -ekonomi kültüründen bahsediyorum tabii- gerektiği önemli bir konu.
HE: İkinci nokta, enflasyonun seyri aşağı yukarı şöyle olacak, U eğrisi gibi, önce tek haneye inecek, sonra iki haneye tekrar çıkabilir. Fakat bu “vay, politikalar tutmadı, işler kötüye gidiyor” diye yorumlanacak bir olay değil. Matematik bir olgu. Bunun nedeni de geçen yılın ilk aylarında enflasyonun çok yüksek olması. O etki temizlenince rakamlar aşağı düştü. Ama daha sonraki aylarda geçen senenin enflasyonu da düşük. Bu nedenle ilk aylardaki hızlı iniş devam etmeyecek. Bekleyişim, çok ciddi hatalar yapılmazsa, bu enflasyonu indirme yolunda başarılı olacak bu program.
Enflasyonun bu indirilmesinin diğer etkilerinin ne olacağı ise, bu ortamda daha dikkatli davranmayı öğrenip öğrenmediğimize bağlı olacak. Öğrenirsek üretim, istihdam üzerindeki etkileri daha olumlu olur. Bu biraz daha karışık bir süreç.
Peki enflasyon niçin düşüyor. Tek bir etmen yok bunun arkasında... TL’nin değer kazanması, reel ücretlerin aslında yükselmemiş olması, hatta düşmüş olması nedeniyle iç talebin sınırlı kalması ilk akla gelenler. Tabii bunlara işaret etmekle, bu sonuç tesadüfen oldu demek istemiyorum. Elbette iktisat politikasının doğru kullanılması ile bu sonuç elde edildi. Bu aylarda enflasyondaki düşme devam ediyor, bu ümit verici ve olumlu bir nokta, onu belirtmek lazım.
ÖM: Devlet Bakanı Ali Babacan’ın “yeni bir dönem başlıyor” demesi kadar...
HE: İnşallah demek lazım.
ÖM: Hah, onu soracaktım.
HE: Türkiye enflasyonu geçtiğimiz 20 yıl içerisinde iki kere aşağı indirdi, sonra yukarı çıkardı. Yani bu işi becerememekte sabıkalıyız. İnşallah bu defa başarırız.
ÖM: Zalim belleği bir kez daha devreye soktun sen de; bazı şeylerin asla unutulmayıp, sık sık hatırlanmasında yarar var.
HE: Yaşlı olanlar onu yaparlar.
ÖM: Aynen, ben de kendimi böyle hissediyorum. Bugün özellikle konuşmak istediğimiz konuya geçelim istersen. Türkiye’de tüketici kredileri nereye gidiyor?
HE: Bu soru yakın zamanda hem ülke içindeki tartışmalarda, hem de bu ülkeye dışarıdan bakan araştırmacılardan geliyor. Acaba tüketici kredilerindeki artış, iç talepte bir patlamaya yol açabilir ve enflasyonla mücadeleyi zorlaştırır, ekonominin dengesini bozabilir mi?
Tüketici kredilerinde ciddi artış var, mesela 2002 sonunda aşağı yukarı 3 katrilyon -rakamı yuvarlıyorum-, 2003 sonunda ise geldiği rakam 9 katrilyon. Artış çok fazla. Bu soruların sorulmasını haklı kılacak kadar...
Artış hızı yüksek ama miktar fazla mı? Bunu yanıtlamak için Türkiye’de özel tüketim harcamaları ne kadar diye sormak gerekli. 2002 yılında özel tüketim harcamaları aşağı yukarı 284 katrilyon TL, 2003 yılında ise Yapı Kredi Araştırma Bölümü aşağı yukarı 342 katrilyon TL dolayında olacağı öngörüsünü yaptı (DIE tahmini elde olmadığı için bu rakamı veriyorum). 2003 yılında tüketici kredilerinin toplam tüketime oranı pek öyle yüksek değil, sadece %3.7.
Bu yüksek mi düşük mü? 2000 yılında özel tüketim patlamıştı ya, o zaman bu oran %5.1 idi. Yani 2003'deki oran 2000’dekinin altında. Ayrıca %5 de çok önemli bir rakam değil. Gelişmiş ülkelerde bu oran çok daha yüksek. Akla şu gelebilir: Verilen bu rakam bakiyedir. Oysa kredi kullanılır, ödenir, tekrar alınır, vs. Bu stokun yılda iki kere döndüğünü, yani tüketici kredilerinin ortalama vadesinin 6 ay olduğunu düşünelim. O zaman kullanılan kredinin toplam tüketime oranı % 7.4 olur. O da yüksek değil...
Bir de kredi kartları var... Kredi kartları cirosunun toplam tüketim harcamalarına oranı 2003 yılı sonu itibarı ile %16. Diyebilirsiniz ki bu, tüketici kredileriyle bir arada düşünüldüğünde, bankaların tüketiciye sundukları olanakların tüketim üzerindeki etkisi epeyce fazla... Yalnız unutulmaması gereken bir konu var. Kredi kartı iki türlü kullanılabilir: Bunlardan ilki bir kredi aracı olarak... Siz kartı verirsiniz, malı alırsınız, sonra bankaya -bankayla anlaşmanız neyse- 3 ayda, 6 ayda, vs. ödersiniz. Bu kredidir. Öbür kullanımı ise ödeme aracı biçimindedir. Cebinizde para taşımazsınız, o işi kredi kartıyla yaparsınız. Ay sonunda parayı bankaya ödersiniz. Bu ayrım yapıldığında kredi kartı yoluyla kredi kullanım oranı o kadar yüksek değil... Toplam kullanımın yarısından epeyce az.
Bu iki tüketici kredisi türü bir arada düşünüldüğünde bile mâli sistemin sunduğu kredi olanakları yüzünden, Türkiye’de 2003 yılında bir özel tüketim patlaması olduğunu söylemek olanaksız. Ancak bu eğilim devam edecektir, sistemin modernleşmesinin doğal bir sonucudur da.
Peki niye artıyor özel tüketici kredileri? Bankalar niye bu kadar bunu vermeye meraklı? Banka sistemi bir sıkışıklık içerisinde: Şöyle ki, ticari kredi açmak çok çekici değil. Bankaların çok dikkatli ve seçici olmaları gerekiyor. Hem mevzuat bunu zorunlu kılıyor, hem de yakın geçmişin deneyimi... Dolayısıyla bankalar, şirketler kesimine kredi açma konusunda çekingenler... Kredi değerlemesi açısından iyi olmayan müşteriye kredi açarlarsa karşılık ayırmaları gerektiğini biliyorlar. Sermaye kıtlığı ise bundan kaçınmayı gerektiriyor. Ama bankaların seçici olması demek, bu türde müşteri bulamamaları anlamına geliyor.
Bizim mevzuatımız henüz BIS kurallarına tam uymadığı için, devlete açılan krediler (iç borç senedi almak vs.) risksiz gözüküyor. O halde bankalar bu alana koşmalı... Öyle de oldu, ama bu defa faizler düştü, faiz marjı daraldı. Buradan yeterli kâr etme olanağı kalmadı.
Geriye tüketici kredileri kalıyor... Orada kazanç olanağı var. Onun için tüm bankalar bu alana yöneldi.
ÖM: Yani risksiz olduğu için mi?
HE: Riski daha az diyelim (çok kişiye küçük miktarlar biçiminde dağıldığı için). 2000 yılında bu alan çok daha riskli durumdaydı. Çünkü bazı bankalar müşteri kalitesine pek bakmadan tüketici kredisi veriyordu. Şimdi olay büyük ölçüde farklı bir şekilde gidiyor, herkes elden geldiğince, krediyi verdiğim kişi geri ödeyebilecek durumda mı diye bakıyor. Tabii yanılma olabilir... Ama makul yanılma ile makul olmayanı ayırt etmek lazım. 2000 yılında makul değildi, şimdi daha makul...
ÖM: Bu, krizin tüketici üzerindeki terbiye edici bir etkisi olarak nitelendirilebilir mi?
HE: Onu bozucu şeyler de oldu... “Kredi borçlarını bir türlü affedelim”e getiren düzenlemeler yapıldı. Şimdi dikkat etmek lazım, borçluyu devamlı koruyan bir sistem yaratırsanız, o borçlu terbiye olmaz. Tabii çeşitli gerekçeler söylenebilir, “elinde değildi, çok acayip bir olay yaşandı”, vs. söylenebilir, ama sonuç değişmez... Henüz tüketicilerin terbiye olup, gereğinden fazla kredi almak yoluna gitmeyecekleri konusunda bir yargıya varacak kadar zaman geçmedi. Risklere baktığınızda şu anda bir tehlike görünmüyor. Geri ödememe oranı düşük. Ama zaten bu tür olaylar işler düzeldiği zaman değil de, işler biraz kötüye gittiği zaman ortaya çıkar.
Ancak işin bir de başka yönü var. Tüketici kredileri ticari kredilerden farklı olarak tüketiciyi koruma yasası çerçevesi düzenlenen kredilerdir. Öyle olması da gerekir. Bu kredilerin koşulları değiştirilemez. Yani banka size “9 ay kredi verdim” dedikten sonra, “yok vazgeçtim, geri istiyorum paramı” ya da “faizini artırdım” diyemez. Ticari kredilerde anlaşma olabilir, değiştirilebilir. Çünkü tüketici profesyonel finansçı değildir, onun bir ihtiyacı vardır, evine bir buzdolabı ya da araba alacaktır, vs., bunun için kaynak istiyordur, oturup böyle bir finans uzmanı gibi ileride acaba şöyle mi olur, böyle mi olur diye düşünme durumunda değildir. Korunması gerekli.
Ama bu durumun bir de bankalar üzerindeki etkisi var. Tüketici kredilerinin vadeleri de 6 aydan 2 yıla kadar değişebiliyor. Buna karşılık bankaların bilançosunda bunları finanse eden kaynak mevduattır. Oysa mevduatın ortalama vadesi 3 ayın altında... Dolayısıyla, tüketici kredilerinin artmasında korkulabilecek tek nokta, işler, Allah korusun, kötüye giderse, bankaların önemli bir miktar uzun vadeli aktif yaratmış olmalarına karşılık, pasiflerinde böyle bir kaynak olmamasından kaynaklanan bir sıkıntı... Çünkü böyle bir durumda faiz oranları yükselince bankaların faiz giderleri artacak, ama tüketici kredilerinin faiz oranları değişmeyeceği için bankalar zarar etmeye başlayacak.
Benim görebildiğim tek önemli sorun bu. Ama iktisat politikası yapıcısının, ”acaba iç talep gereğinden hızlı mı artıyor?” konusunda da duyarlı olduğunu görmek de hoşuma gidiyor, doğrusu...
ÖM: Peki, yurt dışından da, uluslararası ekonomi alanında da bir konu vardı?
HE: Bizim açımızdan da ilginç olabilir diye düşündüğüm bir konu var. ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan, 2 Mart 2004’te New York İktisat Klübünde bir konuşma yaptı. Bu konuşma esas itibariyle Amerikan ekonomisi üzerine... Dünya ortamına Amerika’yı yerleştirdiğinde dolara ne olur diye bir konuşma. Konuşmanın bir kısmı ilginç, diyor ki “Çin esnek kur sistemine geçsin diye çok baskı var. Bu çok sakıncalı olabilir. Çünkü Çin esnek kur sistemine geçerse bu banka sisteminde sorun yaratır. Banka sistemi çöker, bunun hem Çin’e hem de dolayısıyla dünyaya çok büyük zararı olur”.
Sorun şu: Çin esnek kur sistemine geçtiği anda, Çin parasının Amerikan Doları karşısında önemli ölçüde değerleneceği düşünülüyor. Böyle olduğu zaman Çin’den Amerika’ya ihracat yapan firmaların durumu bozulacağından, bunların kredilerini bankalara ödemeleri çok zorlaşabilir, bu durumda da bankaların varlık yapısı bozulacağından bankalar krize düşebilir.
Güzel, demek ki, kur rejimi seçerken bankacılık sisteminin durumuna çok dikkat etmek gerekir. Çin’in çok önemli bir ülke olduğuna ben de katılıyorum, bizim o kadar önemli olmadığımızın da farkındayım...
ÖM: Bir zamanlar epey tartışma konusu olmuştu bu oynak kur, esnek kur meselesi.
HE: Evet, ama yaptıktan sonra tartıştık, yapmadan önce değil.
ÖM: Bunun tipik bir Türkiye usulü bir iş olduğu söylenebilecek bir şey tabii. Ekonomi dışında da son bir sorum var; Pazar günü yaptığımız bu radyo maratonunda -zaten aramızda da bulundun- belirtilen Açık Radyo’nun bu ikinci hayatına geçme projesine ne diyorsun? Kurucu ve programcıların ardından, şimdi artık üçüncü ayak olan dinleyici ile tamamlanması projesi konusunda ne diyorsun?
HE: Bir kere fikir olarak, amaç olarak tamamen katılıyorum.Bir de yapılış biçimine de hayran olduğumu söyleyebilirim. Ama beni en çok memnun eden de tepkinin, hiç olmazsa benim beklediğimden daha ötede olumlu olması oldu. Radyoya geldiğimde önce gelenleri gördüm, gelen dinleyicilerimizin heyecanlarını gördüm. Beni çok etkiledi.
Bir noktaya kadar bu girişimin parasal getirisi çok önemli tabii, ama daha sonra o fikrin benimsenmiş olmasının, bunun öncülüğünün de Açık Radyo tarafından yapılmış olmasının çok önemli ve kalıcı bir değer olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de insanların katılıma uygun olmadığını nedense kabul ede gelmişiz... Öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Çok umutluyum.
ÖM: Çok teşekkürler bu değerlendirme için. Bir çeşit sorumluluk paylaşımı esası öngörülüyor burada.
HE: “Bu olmaz” deniyordu... Madem ki radyo yayınını bedava dinliyorum, ona niçin para vereyim, diye düşünenlerin böyle bir yayının devamı için kaynağa gerek olduğu anımsatıldığında, “devlet versin” diyeceği varsayılıyordu. Her şeyi devletten bekleriz ya... Ama pek de öyle olmadığını gördük.
ÖM: Evet. Ben de öyle olduğunu düşünüyorum, ama daha epey yolumuz var önümüzde, çok zor bir işmiş bunları yapmak.
HE: Bu işin yükünü çeken sizleri hem kutlarım hem de hayran olduğumu ifade ederim.
ÖM: Estağfurullah.
HE: Hakikaten öyle... Tamam, bunun devamı gelecek, fikir yaşadığı sürece... Ama fikri yaşatmak da çok önemli bir sorumluluk; onu el birliği ile yaşatacağız.
ÖM: Senin kuşağının da benimkiyle pek yabancısı olmadığı bir duvar yazısı, sloganı: “gerçekçi ol, imkansızı iste!” mantığı ile de hareket etmeğe çalışılıyor biraz da.
HE: Çok da iyi ediliyor.
(4 Mart 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)